Türkiye yüzölçümü
ve nüfusu itibariyle dünya üzerinde kayda değer bir duruma
sahiptir. Nüfusu 71.5 milyonu aşmaktadır. 2008 verileriyle GSYİH
olarak 742 milyar $’lık bir büyüklüğe sahiptir. Kişi başına
düşen milli gelir 10 000 $ seviyesindedir. Milli gelirin %8’i
tarımdan, %30’u sanayiden (%4 inşaat dahil) ve %62’si
hizmetlerden oluşmaktadır. Türkiye’nin enerji tüketimi 2007
yılında 107.6 mtpe’ne ulaşmıştır. Elektrik üretimi 2008
yılında 198.3 milyar kwh’ye varmıştır.
Elektrik üretim
kapasitesi ise, 2007 yılında (40836 MW), bir önceki yıla göre
kayda değer bir artış göstermemiş, 2008’de ise 912 MW’lik
(%2.23) bir artışla 41748 MW’ye ulaşmıştır. Mayıs 2009
itibariyle kurulu güç 42394 MW’ye varmıştır.
2007 verileriyle
kişi başına birincil enerji tüketimi 1 525 kgpe gibi oldukça
düşük bir değerdedir.Dünya ortalamasının 1 820 kgpe olduğu
göz önüne alındığında ,Türkiyede kişi başına birincil
enerji tüketiminin düşük olduğu görülür.Aynı şekilde kişi
başına elektrik enerjisi tüketimi de 2 773 kwh (brüt) seviyesinde
olup,bu değer 8 900 kwh’lik gelişmiş ülkeler ortalamasının
üçte birinin altındadır.
Kişi Başına Yıllık Elektrik Enerjisi Tüketimi
ÜLKELER
KİŞİ BAŞINA TÜKETİM (kWh)
Dünya
ortalaması 2 500
Gelişmiş
ülkeler ort. 8 900
ABD
12 322
Türkiye
2 773
Enerji, özellikle
de elektrik enerjisi, insan yaşamında tartışmasız bir önceliğe
sahiptir. Enerjisiz bir yaşam, günümüz koşullarında neredeyse
olası değildir. Gelişen teknoloji ve artan enerji açığı bütün
ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de yeni enerji kaynakları
üzerinde daha fazla düşünülmesini ve hızlı bir şekilde
alternatiflerin üretilmesini gerekli hale getirmiştir.
Yeryüzünde fosil
yakıtların neden olduğu sera gazlarının küresel ısınma ve
iklim değişiklerine yol açması, diğer yandan nükleer enerji
kaynaklarının toplumsal, çevresel ve ekonomik açıdan oldukça
maliyetli olması, ülkelerin öz kaynaklarını daha etkin biçimde
kullanımının önemini artırmıştır. Özellikle teknolojik
gelişmeye bağlı olarak ortaya çıkan çağdaş gereksinimlerden
dolayı, enerji üretimi ile ilgili bilimsel araştırmalar,
alternatif ve daha kullanışlı enerji kaynaklarına yönelmiştir.
Günümüzde sürdürülebilirliğin sağlanması ve doğal dengenin
korunması için yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarının
işlenmesi ve kullanılmasının önemi giderek artmaktadır. .
Enerjiyi
kesintisiz, güvenilir, ucuz, temiz ve çeşitlendirilmiş
kaynaklardan sağlayabilmek ve verimli kullanmak önemlidir. Ne var
ki bu güne kadar kullandığımız birçok enerji dönüştürme
yönteminin çevreye ve insanlara verdiği zarar artık ciddi
boyutlara ulaşmıştır. Özellikle yirminci yüzyılın acımasız
ve neye mal olursa olsun daha fazla üretim, daha fazla kar
güdüsünün, gerek çevreye, gerekse canlılara onarılamaz
derecede zarar vermesi, enerji gereksiniminin insana daha yakışır
biçimde nasıl karşılanabileceği sorusunu ve araştırmasını
beraberinde getirmiştir. Ülkelerin, kendi yurttaşlarına ve dünya
halklarına daha güzel bir dünya sunabilmek için, yerli ve
yenilenebilir enerji kaynaklarından daha fazla enerji üretmeye
yönelmeleri kaçınılmazdır. Bu noktada doğanın dünya
ölçeğinde dağılımında daha adil ve eşitlikçi davrandığı
rüzgar, güneş gibi yenilenebilir enerji kaynakları da, tüm
insanlığın hizmetinde olacaktır.
Greenpeace’in geçtiğimiz aylarda yayınladığı “Türkiye Enerji D(E)vrimi :Sürdürülebilir Bir Türkiye İçin Enerji Yol Haritası “ başlıklı raporda,iklim değişikliği ile ilgili saptamalar önemlidir.
Greenpeace’in geçtiğimiz aylarda yayınladığı “Türkiye Enerji D(E)vrimi :Sürdürülebilir Bir Türkiye İçin Enerji Yol Haritası “ başlıklı raporda,iklim değişikliği ile ilgili saptamalar önemlidir.
“Hükümetlerarası
İklim Değişikliği Paneli (IPCC) sera gazı salımlarını
hafifletmek için harekete geçilmezse önümüzdeki yüz yıl içinde
küresel sıcaklığın 5,8°C’den fazla artış
göstereceğini
öngörüyor. sıcaklıktaki bu değişim, insanlık tarihinde
yaşanmış tüm deneyimlerden çok daha hızlı. Üstelik daha çok
ısınmayı tetikleyecek geri-besleme olasılıkları hesaba
katılmadan. İklim değişikliğinin etkilerini şimdiden yaşamaya
başladık. en kuzeydeki Eskimolar’dan, ada ve nehir deltalarına
kadar dünyanın çeşitli yerlerindeki pek çok halk, iklim
değişikliğinin
etkileriyle bir ölüm kalım meselesi olarak boğuşmaya başladı
bile. milyonlarca insan açlık, sıtma, sel felaketleri ve tatlı su
eksikliği gibi giderek artan risklerden dolayı tehdit altında.
İnsanlık daha önce hiç bu kadar büyük bir çevresel krizle
boğuşmak zorunda kalmamıştı.
Az
ile orta seviyede ısınmanın etkilerinden bazıları
• Küresel
sıcaklık artışını takiben, buzulların erimesi ve okyanusların
termal genişlemesiyle birlikte deniz seviyelerinde yükselme.
• Kutuplar
ve kutuplara yakın bölgelerde normal şartlarda donmuş olan
permafrost tabakasının erimesi ve ormanların ölümüyle birlikte,
kitlesel miktarlarda daha çok sera gazının
açığa
çıkması.
• Sıcak
hava dalgaları, kuraklıklar ve su baskınları gibi hava
olaylarının uç noktalara ulaşma riski. kuraklıkların meydana
gelme sıklığı şimdiden geçtiğimiz 30 yılda iki kat arttı,
Güney
Doğu Avrupa
gibi bölgeler bu yüzyılın başından beri sel felaketleri ile
mücadele ediyor.
• Şiddetli
bölgesel etkiler. Avrupa’da nehir ve kıyılarda taşkınlar,
erozyon ve sulak alan kayıplarında artış. Sel felaketleri ayrıca
alçak seviyede bulunan Bangladeş ve Güney
Çin gibi
gelişmekte olan bölgeleri şiddetli etkileyecek.
• Doğal sistemler
şiddetli olarak tehdit altında kalacak. Bunlar arasında buzullar,
mercan kayalıkları, mangrov tipi ormanlar,Alpler’deki
ekosistemler, kuzey ormanları, tropik ormanlar,bozkır sulak
alanları ve doğal otlaklar sayılabilir.
•Türlerin
soylarının tükenmesinde ve biyolojik çeşitlilik kaybında risk
artışı olacak.
en önemli
etkiler; Güney Afrika’da, Güney ve Güneydoğu Asya’da, Güney
Amerika’daki And bölgesinde ve küçük adalarda bulunan fakir
ülkelerde görülecek. Bu ülkeler, ekonomik
durumları
nedeniyle kendilerini artan kuraklıklardan, yükselmekte olan deniz
seviyelerinden, yaygın hastalıklardan ve tarımsal üretimdeki
düşüşten korumayı başarmakta en çok
zorluk
çekecek olan ülkeler. Bununla beraber Akdeniz Bölgesi de iklim
değişikliği karşısında en savunmasız olan bölgelerden biri.
Akdeniz’in iklim değişikliğine karşı ciddi bir çevresel
hassasiyeti
var ve gıda güvenliği büyük oranda sağlıklı bir çevreye
bağlı. eğer siyasi irade hemen harekete geçmez ve sıcaklıklar
endüstri öncesi döneme oranla 2°C’nin üzerine
çıkacak
olursa, zararın boyutu da felaket niteliğinde olacak.Artan
sıcaklıklar, daha şiddetli kuraklıkları tetikleyebilir, bu da
bölgede var olan toplumsal ve askeri çatışmalara kıt su
kaynakları üzerinden yenilerini ekleyebilir.Bölgede milyonlarca
insanın hayatı bu nedenle tehdit altında kalabilir.Bu arada
verimli toprak ve ormanlar kaybedebilir, tarımsal
üretimde ve
turizm gelirlerinde ciddi bir düşüş yaşanabilir. Bu şartlarda,
ağır bir çölleşme kaçınılmaz olacak ve yüz binlerce insan
göç etmek durumunda kalacak. Türkiye de bu ağır iklim
etkilerinden muaf değil. Aksine İstanbul ve Marmara bölgesinde
yaşanan son sel felaketlerinin de (Eylül 2009) kanıtladığı
gibi,Türkiye’nin altyapısı aşırı hava olaylarının
şiddetindeki en ufak bir artışa bile son derece hassastır.
Salımları
en azami düzeyde ve en hızlı biçimde indirmeye mecburuz! İklim
politikaları geliştirilirken endüstri öncesi döneme oranla
sıcaklık artışının 2°C’nin mümkün olduğunca
altında
tutulması hedefi gözetilmek zorunda. Endüstrileşme öncesi döneme
oranla 1,8 derecelik artışın zaten kaçınılmaz olarak
gerçekleşeceği gerçeğiyle hareket edersek, seragazı
emisyonlarının
artışının 2020 yılında durdurulması ve bu yıl itibarıyla da
keskin bir inişe geçmesi şarttır.”
Sürdürülebilir
bir gelecek için yeni fikirlere ve eylem programlarına ihtiyaç
vardır. Enerjiye ucuz, güvenilir, kaliteli, yeterli ve
sürdürülebilir şekilde erişim temel bir insan hakkıdır. Dünya
ölçeğinde enerji sorununun çözümü için işbirliğinin artması
ve çözümler geliştirilmesi için Dünya Enerji Konseyi (WEC) ve
Birleşmiş Milletlere ve bağlı kuruluşlarına görevler
düşmektedir.
Dünya’daki
ekonomik gelişmeler, Türkiye’yi de etkilemiştir. Buna bağlı
olarak, 2007 yılında ve 2008 yılının ilk yarısında, enerji
tüketiminde artışlar yaşanmıştır. 2006 yılında 99,6 milyon
TEP olan enerji tüketimimiz, 2007 yılında %8 artışla 107,6
milyon TEP’e ulaşmıştır. Bu artış dünya ülkeleri arasında
kayda değer bir artıştır. Son beş yılda Türkiye’nin birincil
enerji tüketimi ise %35 oranında artmıştır. 2006 yılında 176,2
milyar kwh olan elektrik tüketimi 2007 yılında %7,8 artışla
191,6 milyar kwh’ye ulaşmıştır. Son beş yılda Türkiye’nin
elektrik enerjisi tüketim artışı %43’dür. Bu artış da dünya
ülkeleri arasında en yüksek artışlardan biridir.
2008 yılının ilk
yarısında artışlar gösteren elektrik enerjisi talebi, ikinci
yarıdan itibaren artış hızını azaltmış ve Ekim 2008’den
itibaren düşüşe geçmiştir. 2008 yılı başında 203 milyar kwh
olacağı tahmin edilen elektrik tüketimi 198 milyar kwh’de
kalmıştır. Talep, üretim ve tüketimdeki düşüş eğilimi
2009’un ilk üç çeyreğinde de sürmüştür. 2009’un ilk dokuz
ayında 144.331 milyar kwh olarak gerçekleşen elektrik tüketimi,
2008’in ilk dokuz ayına göre % 5 oranında gerilemiştir.
Etkileri yoğunlaşarak süren ekonomik krizin elektrik enerjisi
talebinde artışı frenlediği görülmektedir. Talepteki bu
düşmenin, yeterli yatırım yapılmayışından dolayı, 2010
yılında ortaya çıkması beklenen elektrik enerjisi krizini birkaç
yıl erteleyeceği tahmin edilmektedir.
Ülkemizde son
yıllarda teşvik edilen; köylerden şehirlere göç politikası,
tüketim toplumu dönüşümü ve nüfus artışı, enerji talebimizi
ve buna bağlı olarak ithalat bağımlılığımızı artırmaktadır.
Kriz öncesi % 75 düzeyine kadar ulaşan enerji sektörü ithalat
bağımlılığı, küreselleşen dünyadaki enerji fiyatlarını
ülkemiz ekonomisi ve halkı üzerinde önemli bir baskı unsuru
haline getirmiştir. Dünyadaki petrol tekellerinin ve hedge
fonlarının yarattığı ve Temmuz 2008’de varili 147 dolar’a
kadar tırmandırılan petroldeki suni fiyat artışları dünya
ölçeğinde, doğalgaz ve kömür fiyatlarını da tırmandırmıştır.
Enerji hammaddelerini ithal eden ve elektrik üretiminde % 60
oranında ithalata bağımlı olan ülkemizde de, elektrik fiyatları
da artmıştır. Bunu takip eden aylarda da, Amerikanın finans
krizinin küresel krize dönmesi sonucunda, krizin ülkemiz
ekonomisini teğet geçtiği iddialarının aksine, sanayi üretimi
hızla düşmüş ve buna paralel olarak enerji tüketiminin
azalmıştır. Bu sonuçlar ekonomisini uluslararası finans
kuruluşlardan aldığı borçlarla sürükleyen Türkiye gibi
gelişmekte olan ekonomiler için kaçınılmazdır. Bunun da
ötesinde finansal krizin, özel sektör kuruluşları tarafından
yürütülen enerji yatırımlarında da ertelemelere neden olarak
uzun vadede yeni ve daha etkili enerji krizlerine ve ekonomimizde
daralmalara neden olması beklenmeyen bir sonuç olmayacaktır. Kriz
öncesinde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının kurumsal
projeksiyonları elektrik enerjisinde arz açığını zaten ortaya
koymuştu. Ve enerji sektöründe krizden ve palyatif çözümlerden
bahsedilirken, ekonomik krizle birlikte azalan enerji talebi, enerji
bürokrasisine rahat bir nefes aldırmış ve yıllardır ısrarla
enerji sektöründe de yürütülen özelleştirme ve serbestleştirme
gayretlerinin başarısız sonucunun kamuoyu tarafından
algılanmasını geciktirmiştir.
Şimdilerde ise
ülkemiz ekonomi yönetimi, krizden çıkış sürecinde olduğumuzu
belirtmektedir. Bizim gözlemlerimiz tam olarak bu yönde olmasa da
bu tespitin doğru olduğunu kabul ederek, ülkemiz enerji
politikasını yeniden şekillendirilmesi ve bu amaçla her türlü
önlemin harekete geçirilmesi için önümüzde bir fırsat ve zaman
olduğunu düşünebiliriz. Sadece krizlerini ve problemlerini
transfer edebildiğimiz gelişmiş ülkeler; bu krizi özellikle
yenilenebilir enerji konusunda yatırımların arttırılması ve
buna bağlı olarak ta AR_GE kapasitesinin yükseltilmesi ve istihdam
sağlanması konusunda fırsat gördüklerini yeni stratejiler ve
ayırdıkları milyarlarca dolar kamu fonu ile gösteriyorlar.
Dünya enerji
sektörü, iklim değişikliğinin yarattığı sorunlar nedeniyle
radikal bir değişimin eşiğindedir. Özellikle fosil kaynaklara
sahip olmayan ve enerji de dış bağımlılığı artan sanayileşmiş
ülkeler bu radikal değişim sürecinde hem güvenli enerji
kaynaklarına yönelmek ve hem de yenilenebilir enerji ve temiz
teknolojileri satarak bu yeni dönemde ekonomilerini güçlendirerek
krizi fırsata çevirmek üzere çalışmalarını sürdürüyorlar.
Çok uluslu petrol şirketleri bile alternatif enerji kaynaklarının
geliştirilmesini stratejik hedefleri arasına almıştır. Gelişmiş
ülke hükümetleri “ temiz enerji ekonomisi” olarak
adlandırdıkları bu sektörü çok ciddi boyutlarda
desteklemektedir. Amerika’da Obama yönetimi krizden çıkış için
ayırdığı 700 milyar dolarlık kaynak içinde yenilenebilir enerji
ve enerji verimliliğine vereceği destekleri özel olarak
belirtirken, bu desteklerin istihdamı canlandıracağını da
açıklamaktadır. Görüldüğü üzere gelişmiş ülkeler için
yenilenebilir enerji; sadece enerji güvenliği için değil aynı
zamanda, önemli bir ekonomik yatırım alanı, yeni istihdam alanı
ve dünya üzerinde yaratacakları yeni bir egemenlik bir alanı olan
teknoloji egemenliği alanı olarak değerlendirilmektedir. Bu
nedenle de, önümüzdeki dönemde bir yandan dünyanın güçlü
ülkeleri fosil kaynaklar üzerindeki etkinliğini sürdürmeye
çalışırken, diğer yandan da yeni teknoloji pazarındaki payını
arttırmak üzere rekabet edeceklerdir. Türkiye yenilenebilir
potansiyeli yüksek bir ülke olarak gerekli yatırımları için
politikasını düzenlerken bu teknoloji pazarında var olmalıdır.
Uluslararası kuruluşların özellikle yenilenebilir enerji için
Türkiye için getirdikleri cazip finansman olanaklarının da
arkasında bir teknoloji pazarı düşüncesi de olduğu
unutulmamalı, yerli teknoloji üretimine önem ve ağırlık
verilmelidir..
Ülkemiz de bu
süreci iyi çözümlemek,ekonomik kriz nedeniyle ertelenen elektrik
krizinin üstünden gelmek için yerli ve yenilenebilir kaynaklarını
hızla değerlendirmek zorundadır.
Kaynak: Oğuz
Türkyılmaz TMMOB
Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Başkanı
Hiç yorum yok :